Refik Halid Karay edebiyatımızın en renkli simalarından biri. Hakkında pek çok şey söylemek mümkün. Velut bir kalem. Pek çok eseri var. Bunların bir kısmı esaslı, emek verilmiş, klasikleşmiş kitaplar. Bir kısmı para için yazılmış ucuz roman ve fıkralar.
Devrin rüzgarıyla o da Avrupai bir hayat telakkisine sahipti. Ama hiçbir zaman bir ideolog olmamıştır. Ne İttihatçı ne de başka bir ideolojinin, partinin kalıplarına girmiştir. Bu sebeple de bazen yalnız kalacak ve sıkıntılar çekecektir.
Yakın tarihte yaşanan meseleleri bir şekilde çözmüş, kendi yoluna bakmıştır. Hakkı dile getirme noktasında da taviz vermemiş, usta kalemiyle, ironiler yaparak, cahilliğe yatarak pek çok meseleye ışık tutmuştur.
Kitaplarında 150’liklere dahil edilerek sürülmesinin acısıyla, resmi ideolojiye yapılmış rüşvet-i kelam kabilinden övgüler görürüz. Rüşvet-i kelam diyorum çünkü mukayeseli okunursa bu övgülerin hiciv olduğu da akla gelir. Tezat sanatı yaptığını ancak eserlerini bütünüyle okuyanlar anlayacaktır. Bazı meseleleri öyle tasvir eder ki siz iki-üç tarafa çekebilirsiniz. Okuyanın dünya görüşüne göre anlamasını sağlayarak, hem diyeceğini demiş hem de belli güç odaklarının şerrinden korunmayı bilmiştir. Hatta tenkid ettiği kimseler tarafından övülmüştür.
“Deli” piyesi bunun en tipik misalidir. Deli’yi yazması hem affına sebep olmuş hem de yakın tarihe ışık tutan bir şaheser piyes bırakmiştır bize. Değme tarihçiler, inkılap tarihini yüzlerce sayfa kitapla böyle kısa ve isabetli anlatamamıştır.
Kendisi modern ve liberal biri olduğu için bize anormal ve abes gelebilecek şeyleri ve bazı ölçüsüzlükleri, o normalmiş gibi anlatır. Ucuz romanları, bazı hikâyelerindeki açık tasvirleri bu yüzdendir. Neticede Avrupai, liberal bir hayat görüşü vardır. Fikir hürriyeti taraftarıdır. Her düşünce ve fiilin bir başkasının haklarına müdahale edilmedikçe söylenebilmesi taraftarıdır.
“Bir Ömür Boyunca” adlı hatırat kitabı da böyledir. İçinde her şeyi bulabilirsiniz. Mayınlı konularda rüşvet-i kelam övgüler, mayınsız konularda açık hakikatler, az riskli meselelerde; “şöyle bir not yazmışım”, “elime bir haber dosyası ulaştı”, “filancadan duymuştum” gibi önünde ardında kurtulma payı barındıran metinler, hatıralar nakleder. Mesela Sultan Vahideddin’in sürgün sonrası, Ankara hükümetinin iddialarına karşı yayınladığı Beyannamesi’ni, böyle punduna getirerek kitabına koymuş ve latin harfleriyle ilk nakledenlerden biri olmuştur.
Bir üst metinde rejimin mimarlarını medhederken bir sonraki metinde Sultan Abdülhamid’den bahsediyor. Ona atılan iftiralarla alakalı da kitabında şahit olduğu bir hatırayı naklediyor. İttihatçıların nasıl bir propaganda yürüttüklerinin tipik bir misali. Bu ibretli bahsi iktibas etmek istedim:
Sultan Hamid’e Atılan İftiralar
İstibdat devrinde -rejime bağlı, o yüzden gül gibi geçinen insanlar olmamıza rağmen- bizim evde de ara sıra bir Abdülhamit aleyhtarlığı havası esmez değildi, hele bir gün hepimiz çileden çıkmıştık; bakınız neden dolayı:
Ziyaretimize kışın daha az gelen bir yaz komşumuz vardı, sarıklı idi; Şehzadebaşı Camii müezzini idi, ama hali vakti yerinde, ev bark sahibi adamdı, biz asıl ismini bilmezdik, sadece “Hacı Hafız Efendi” derdik veya “San Hafız” da denilirmiş.
Suadiye Camii inşaatında beş para almadan didinircesine yıllarca kontrolörlük yapar, her tarafa koşar, zeki, hoş sohbet. Azıcık sinirli ve sert bir zat olan bu Hacı Hafız Efendi, o gün öğleden önceki bahçe sohbeti ziyaretinde, misafirler arasında hafiyelik edecek kimse bulunmadığına emniyet getirdikten sonra, dedi ki:
“Bilirsiniz ben her gün köyde ve civarda gezer, dolaşırım, dolaşmayı severim. Son zamanda yolumun üzerine kırçıl pos bıyıklı, saçı sakalına karışmış, perişan kıyafette bir adam çıkıverdi, avare avare dolaşan, dalgın dalgın bakınan meczup tavırlı biri. Merakımı yenemedim, ahbap oldum. Nihayet derdini anlattı ve ağlattı.”
Hepimiz kulak kesildik, dinliyoruz. Dinlediğimiz gerçekten tüyler ürpertici bir vaka, facia!
Adamcağız eski bir jandarma çavuşu imiş. Beşiktaş, yani Yıldız Saray Muhafızı 7-8 ismiyle tanınan ve Ali Suavi’nin katili olmakla meşhur Hasan Paşa’nın maiyetinde bulunmuş (çok yazıldı ama tekrarla: 7-8 lakabı Paşa’nın Hasan imzasını bile atamayacak kadar ümmî oluşundan ve eski rakamlarıyla “7-8”in “Hasan” kelimesine benzemesinden, onu çizebilmesinden konulmuştur) fakat daha önce bir konakta çalışmış, küçük beyin lalalığını etmiş, konak dağılınca jandarmalığa girmiş, çavuşluğa yükselmiş.
İşte hikâyesi: Karanlık bir gece yarısı muhafızlık dairesinde telaşlı, esrarlı gidip gelmeler, gizli emirler, bir fevkaladelik. İskeleye de koca bir istimbot yanaşmış, bekliyor. Az sonra elleri kelepçeli, birbirlerine bağlı, kimi genç, kimi yaşlı, beş on kişilik bir kafile muhafızlık zindanından çıkarılmış, ölgün el fenerleri ışığı altında istimbota sokmuşlar bunları, jandarma çavuşunu da. Gemi açılmış, gidiyorlar, nereye? Başka bir vapura mı?
Hayır, Sarayburnu’nu geçmişler; Yassıada ile Hayırsızada ortasındalar, akıntının içinde bir emir:
“Bu adamları denize atacaksınız!”
Başlamışlar atmaya. Bizim jandarma çavuşu da emre uyanlar arasında. O karanlıkta bir tanesini tam atacağı sırada irkilmiş; bir ses:
“Lala! Lalacığım!” demiyor mu? Zira denizde boğacağı genç vaktiyle kucağında gezdirdiği, mahalle mektebine götürüp getirdiği pek sevdiği çocuk değil mi? Oracığa düşüp bayılmış, genci başka biri denize fırlatmış ve aklî muvazenesi bozulduğundan bu vaka üzerine çavuşu işinden çıkarmışlar. Şimdi, Hoca Hafız Efendi’nin gördüğü gibi yarı meczup köy köy dolaşıyormuş!
“Hay Allah belalarını versin melunların! ” diye bir beddua ve arkasından padişahı lanetleme. Babam kederinden uzun zaman uyuyamadı, uykusuz geceler geçirdi; herkesin siniri bozuldu; ben ancak 16-17 yaşında idim- ihtilalci kesildim, verdim kendimi ihtilal tarihleriyle alakalı Fransızca kitaplara!
Sonra Hürriyet ilan edildi. Gazeteler -bu gibi hikâyelerle kulakları doldurmak için- ilanlar koydular: “İstibdat devrinde ailesinden akıbetleri meçhul kalmış kimseler varsa bildirsinler! ”
Bekledik, bekledik, bir tek kimse çıkmadı, bir tek isim verilmedi. Anlaşılan o çavuş gerçekten deli imiş, gördüm sandığı vaka, deli uydurması; bir manya nöbeti! Hoş, bir tarihte de insan kıyması bahsi gazetelere kadar geçmemiş mi idi? inananlar, inanıp da kıymadan tiksinenler bile olmuştu. Bizler de o delinin “suya insan atma -ilka-i insan f’ilma” hikâyesine inanmamış mıydık? Uzun zaman takvimlerde ne vakit “ilka-i salip”, yani Ortodoksların “suya haç atma” gününü okusam, hep o vakayı hatırlamaktan kendimi alamamıştım; sonraları unuttum bereket! Politikacının, yahut gazetecinin encamı karmakarışık hengâmesinde tesir yapacak bir şeytanlık idi bu.
Ötekine zaten kulak asmamıştım; asan da pek olmamıştı ya. Hangi asırda yaşıyorduk ve hangi yamyamlar ülkesinde? Yıkılan idare ne kadar kötü olsa, işi bu dereceye götüremezdi. O bir delinin değil, bir müzevirin kasıtlı marifeti olmalıydı.
Mamafih I. Dünya Harbi’nde Anadolu’nun ücra köşesinde bir kasap eline geçirdiği çocukları kesmiş, etlerini müşterilerine satmış, vaka meydana çıkınca herif ve yardımcı olanlar hepsi asılmıştı; bunu gazetelerde o zaman okumuştuk, koleksiyonlar karıştırılırsa bulunur.
Ne korkunç şeyler olmuştu, harpte… Harbi bırakalım da sulh zamanına geçelim.” (Bir Ömür Boyunca, sf. 269-272)
Yorum Yaz