Kelâmbaz
Bir Oryantalistin Gözünden; İslâmiyet Kılıç Zoruyla Mı Yayıldı?

Bir Oryantalistin Gözünden; İslâmiyet Kılıç Zoruyla Mı Yayıldı?

İslam’ın öncelikle Arap yarımadasında sonra diğer coğrafyalarda çok hızlı bir şekilde yayılması tarihte, herkesin ittifakla kabul ettiği üzere, muazzam bir hâdisedir. Batılı müsteşrikler umumiyetle bu muzafferiyetin kılıç zoruyla, kaba güçle gerçekleştiğini iddia ederek bu hâdiseyi akıllarınca gölgelemek istemektedirler.  Tabi bu müsteşriklerin “yerli” müridlerinin ve ideolojik saplantılarla İslâm’a düşman olan çevrelerin de “kılıç zoruyla tebliğ” iddiasını kesinleşmiş bir hüküm gibi anlattıklarını siz de tahmin ediyorsunuz. Hal böyle iken, müsteşriklerin meşhurlarından Thomas Walker Arnold’un ciddi bir ilmî mesai ile hazırlamış olduğu İntişar-ı İslâm Tarihi kitabı, İslâmiyet’in kılıç zoruyla değil, canla başla çalışan Müslümanların fedakârlığıyla yayıldığını vesikalarıyla ortaya koyması bakımından çok mühim bir eserdir.

Thomas Walker Arnold

Thomas Walker Arnold

İslâm medeniyeti ve sanat tarihi üzerine yayınları bulunan İngiliz müsteşrik Arnold, 19 Nisan 1864’te doğdu. Lise öğrenimini Cambridge’te Magdalene College’da gördü. 1888-1898 yılları arasında Hindistan’da Aligarh’da Mohammedan Anglo-Oriental College’da felsefe öğretmenliği yaptı. 1898-1904 yıllarında Lahor’da Government College’da felsefe profesörü olarak ders verdi. 1904’te İngiltere’ye dönerek 1909’a kadar India Office’te yardımcı kütüphanecilik yaptı. 1909-1920 yılları arasında İngiltere’de Hindistan’dan gelen öğrencilere öğretim danışmanı olarak çalıştı. The Encyclopaedia of Islam’ın birinci neşrinin ilk İngiliz editörü de olan Arnold, 1921’de Londra Üniversitesi’nde Arap ve İslâm araştırmaları profesörlüğüne getirildi ve ölümüne kadar bu görevde kaldı. Aynı yıl kendisine “Sir” unvanı verildi. 9 Haziran 1930’da öldü. 1

İntişar-ı İslâm Tarihi (İslâm’ın Tebliğ Tarihi)

İntişar-ı İslâm tarihi

Tarihte İslâm’ın güzelliklerini görerek şevkle, iştiyakla İslâm’ı kabul edenlerin hikayelerini hepimiz okumuşuzdur. Fakat bunların Hristiyan bir müsteşrik tarafından, objektif bir üslupla ve ciddi bir araştırma neticesinde kitaplaştırılıp, İslamiyetin nasıl ve ne şartlarda yayıldığının ortaya konulması özellikle gayrimüslimler nazarında ilgi çekicidir. Thomas Walker Arnold tarafından yazılan bu eserin orijinal ismi “The preaching of Islam: A history of the propagation of the Muslim faith”‘dir. İlk defa 1896 yılında Londra’da basılan bu kitap Arnold’un gözden geçirerek yaptığı yeni ilâvelerle 1913 yılında tekrar neşredilmiş, daha sonra New York, Londra ve Lahor’da defalarca basılmıştır. Eser 1343’te (m.1925) Halil Hâlid tarafından “İntişar-ı İslâm Tarihi” ismiyle  Türkçe’ye tercüme edilmiş, İslam harfleriyle baskısı yapılmıştır. Kitabın bu tercümesi Duke Üniversitesi sponsorluğunda dijital ortama da taşınmıştır. Linkten bu esere ulaşabilirsiniz. https://archive.org/details/intisarislamtari00arno


Kitabın içindekiler bölümü şu başlıklardan oluşmaktadır;

– Giriş
– İslâm’ın tebliğcisi olarak Hz. Muhammed’in Hayatı -aleyhissalatü vesselam-
– İslâm’ın Batı Asya Hristiyanları arasında yayılması
– İslâm’ın Afrika Hristiyanları arasında yayılması
– İslâm’ın İspanya Hristiyanları arasında yayılması
– İslâm’ın Türklerin hakimiyeti altındaki Avrupada yayılması
– İslâm’ın İran ve Orta Asya’da yayılması
– İslâm’ın Moğallar ve Tatarlar arasında yayılması
– İslâm’ın Hindistan’da yayılması
– İslâm’ın Çin’de yayılması
– İslâm’ın Afrika’da yayılması
– İslâm’ın Malay takımadalarında yayılması
– Sonuç

Görüldüğü gibi kitapta dünyanın farklı bölgelerinde İslâmiyet’in hangi şartlarda ve nasıl yayıldığı tafsilatıyla ele alınmış. Tabii ki her konunun içerisinde bölgeye göre şartlar, kişiler ve hadiseler değişiyor. Ama müellif, meslektaşlarının iftiralarının aksine kitapta yeri geldikçe ilim namusunun verdiği insafla şu hakikatleri teslim ediyor:

-İslâm’ı tebliğ faaliyetlerinde kesinlikle sistematik bir zorlamadan bahsedilemez,

-Müslümanlar İslâm’ı tebliğ için çok büyük fedakarlıklar yaptılar,

-İslâmiyet insanların aklına ve tabiatına uygun, medeni bir dindir, bu da yayılmasını kolaylaştırmıştır,

-Diğer dinlerin mensupları kendi dinlerinden ve din adamlarından soğumuşlardı. Sırf Müslümanların güzel ahlakını görerek dahi ihtida edenler çok olmuştur.

Yazarın kendi ifadesiyle hülasa edersek; “İslam’ın bir misyoner teşkilatı olmadığı halde, yalnızca vaizler, din âlimleri değil erkek, kadın, hür, köle her fert kendini bir misyoner gibi telakki eder ve dinini tebliğ hususunda ibadet şuuruyla çalışır. Araştırmalar bu dinin kılıçla değil, canla başla çalışan fedakârlıklarla yayıldığını ortaya koyar.

Kitaptan iktibaslarla İslâm’ın tebliğ tarihine dair değerlendirmelerde bulunalım;

Hazret-i Peygamber Devrinde

Henüz Hazret-i Peygamber hayatta iken neredeyse bütün Arabistan yarımadası kendisine iman etmişti. Üstelik o güne kadar hiçbir şekilde bir araya gelemeyen, bir devlet olamayan kabilelerin hepsi İslam Devletine tabi olmuşlar, Hazret-i Muhammed’e -aleyhisselâm- sadakat yeminleri etmişlerdi.  İrtibat ve nakil vasıtalarının günümüzle kıyas kabul etmeyeceği bir zamanda bu kadar kısa sürede İslâmiyet’in bu kadar hızlı yayılması şüphesiz sahabenin üstün gayretleriyle olmuştu.

Kabile, aşiret reisleri Müslüman olduktan sonra altlarındaki tebaayı da toplu şekilde Müslüman olmaya teşvik ediyorlar ve bu da Müslümanların hızlıca çoğalmasını sağlıyordu. Nitekim kitapta bu minvalde bir mühtedilik hadisesi şöyle anlatılıyor; “…Dinlemeye razı olan Sad bin Muaz, Musab bin Umeyr’in -radıyallahü anhüma- söylediklerinden çok etkilendi ve kalbine itminan geldi. Gönlü iman şevkiyle dolu olarak kabilesinin yanına döndü ve onlara şöyle seslendi: “Ey Abdül-eşheloğulları! Söyleyin, ben sizin neyiniz oluyorum? -Sen bizim reisimizsin, aramızda en akıllı ve en şerefli olansın. -Öyleyse yemin ederim, Allah’a -celle celalühü- ve elçisi Muhammed -aleyhisselam’a- iman etmediğiniz müddetçe hiçbirinizle konuşmayacağım.” O gün akşam olmadan Abdül-eşheloğulları içinde imana gelmeyen kimse kalmamıştı.”

Sahabiler Devrinde

Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halife olduğunda Eshâb-ı kirâmı cihâda ve gazâya teşvîk eden şu hutbeyi okudu: “Ey Resûlün Eshâbı! Arabistan, ancak sizin atlarınıza arpa yetiştirebilir. Hâlbuki Allahü Teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, yeryüzünün her tarafında, yer, memleket vereceğini, Habîbine vadetmiştir. Hani, bu vadedilen memleketleri zapt ederek, dünyada ganîmete, âhirette gazâ ve şehitlik rütbesine nâil olmak isteyen erler nerede?.. Din uğruna can ve baş fedâ ederek, vatanlarını bırakıp, Allahü teâlânın kullarını zâlimlerin pençelerinden kurtaracak gâziler nerede?..”

İşte İslâm memleketlerinin, üç kıtada hızla genişlemesine, milyonlarca insanın küfürden kurtulmalarına sebep, Hazreti Ömer’in bu nutkudur. Bu nutuk üzerine, Eshâb-ı kirâm ölünceye kadar cihâd ve gazâ etmeye ahd ve ittifâk etti. Halîfenin gösterdiği şekilde ordular kurulup, Ehl-i islâm, yerlerini, yurtlarını terk ile Arabistan’dan çıkıp, her tarafa yayıldı. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gittikleri yerlerde, ölünceye kadar cihâd etti. Böylece, az zamanda çok memleket alındı…

O devirde iki büyük devlet vardı. Biri Rum İmparatorluğu, diğeri ise İrân devleti idi. Ehl-i islâm, ikisine de galip geldi. Hele Acem devleti, büsbütün ortadan kalktı. Memleketlerinin hepsi, Müslümanların eline geçti. Ahâlisi Müslümân olmakla şereflendi.. 2

Lisan-ı hâl lisanı kalden entakdır

Konuşarak anlatmaktansa yaşayarak numune olmak, hayranlık uyandırmak belki yapması zor ama tesiri kat’i olan bir metoddur. Kaldı ki tatbik etmediğimiz şeyi söylemenin, nasihat etmenin de karşımızdaki üzerinde tesiri çok az olacaktır. Selahaddin Eyyubi’nin lisanı hal ile nasıl tebliğ yaptığı kitapta şöyle yer almaktadır;

“Selahaddin Eyyubi’nin kahramanca hayatı ve karakteri zamanındaki Hristiyanların zihinlerinde özel bir tesir meydana getirmiştir; Hristiyan şövalyelerin bazıları bile ona o kadar kuvvetle bağlanmışlardı ki, Hristiyanlığı ve kendi halkını terk edip Müslümanlara katılmışlardı. Mesela St.Albans’ın tapınak şövalyelerinden Robert adında bir İngiliz 1185 yılında Hristiyanlığı bırakıp İslâm’a geçmiş ve hatta Selahaddin Eyyubi’nin torunlarından biri ile evlenmişti.”

Numune-i imtisal hayatları ile çok kimseleri imana kavuşturan gruplardan belki en dikkat çekeni de tâcirlerdir. Müslüman tüccarlar ticaret ve diğer iş ve tavırlarındaki samimiyet, dürüstlük ve güzel ahlakları ile gittikleri her yerde İslâm’ın yayılmasını sağladılar. Sadece tüccarlar sayesinde dahi birçok ülke halkı Müslüman oldu. Doğu Türkistan halkı Müslüman tüccarlar sayesinde İslam’la tanışmış ve İslam buradan Çin’in diğer bölgelerine yayılmıştır. Endonezya, Malezya, Filipinler gibi Güneydoğu Asya ülkelerine İslam, Müslüman tüccarlar aracılığıyla ulaşmıştır. Bu bölgelerin Müslüman oluşuna dair başrolünde yüksek ahlaklı Müslüman tâcirlerin bulunduğu sayısız menkıbe anlatılmaktadır.

Tebliğ Faaliyetine Verilen Kıymet

Arnold, meşhur İslam tarihçilerinden, ismini Abdullah bin Mes’ud’un -radıyallahü anh- soyundan gelmekle kazanan Mes’ûdî’den aldığı rivayetle şunu paylaşıyor; “Halife Hazret-i Ömer her memlekete Kur’ân’ı öğretmen ve dinin hükümlerinin yerine getirilmesini temin etmek üzere vaziflendirilen eğitimciler gönderdiğini görüyoruz. Bu kimseler genç yaşlı ayrımı yapmaksızın herkesin özellikle Cuma ve Ramazan günleri cemaate iştiraklerini temin etmeleri yönünde de talimat almışlardı. Dine yeni girenlere İslâm’ın öğretilmesi konusunda gösterilen hassasiyeti, Kûfe şehrinde bu vazifenin, devlet hazinesi âmirinden daha az kıdemli birine verilmemesinden açıkça anlıyoruz.”

Hristiyan Dünyasının Vaziyeti

Kitapta Hristiyanların İslamiyeti seçmelerinin sebeplerine de geniş yer ayrılmış. Hristiyanların kolayca Müslüman olmalarında en büyük amilin Hristiyan din adamlarının kötülüğü olduğu vurgulanmış. Hristiyan ahali, Müslümanların ve hele âlimlerinin üstün ahlak ve meziyetlerini görünce kendi istekleriyle seve seve Müslüman olmuşlar. Kitapta papazların cehaletine ve dünyaya düşkünlüklerine dair birçok misal verilmiş:

“17.asrın sonunda , Türklerin hakim olduğu bölgenin tamamında eski Rum dilinde tam anlamıyla bilgi sahibi olan on iki kişinin zor çıkacağı söylenirdi. Din adamları arasında okuma yazma bilmek çok büyük bir meziyet olarak kabul edilirdi; onlar da kendi dua kitaplarında yazılanların anlamından habersizdiler.

“.. başpiskopos üst düzey din adamlarının hepsine vergi yükler ve talep edilen miktarın gönderilmesini kesin bir dille bildirir. Aksi takdirde onlara ait piskoposluk bölgeleri en yüksek bedeli veren kimseye tevdi edilir. Bu din adamları baskıyı alt kademedekilere yansıtırlar ve papazlar ödeme peşin yapılmadıkça halka kutsal sudan zırnık koklatmazlar… Hristiyan din adamlarından bazılarının para bulmak maksadıyla cemaat mensubu kimselerin çocuklarını kaçırıp köle diye sattıkları bile söylenir.”

İslâmiyet Kılıç Zoruyla Mı Yayıldı?

zorla İslâm dinini kabul ettirmeye yönelik organize teşebbüslere veya Hristiyanlığı ortadan kaldırmak için sistemli bir mezalime dair hiçbir kayda rastlamıyoruz. Halifeler bu iki yoldan birini yapmayı kararlaştırmış olsalardı, Ferdinand ve Isabella’nın Müslümanları İspanya’dan kovması veya 14.Louis’nin Protestanlığı Fransa’da suç sayması ya da Yahudilerin 350 yıl İngiltere’den uzak tutulması kadar kolay bir şekilde Hristiyanlığın kökünü kurutabilirlerdi.

İslâmiyet’in tebliğ ruhunun delilleri, ne zâlimlerin zulmünde veya bağnaz kimselerin öfkesinde aranmalı, ne de bir elinde kılıç, bir elinde Kur’ân, efsanevî şahsiyete haiz Müslüman cengâverlerin kahramanlıklarında aranmalıdır. Aksine, dinlerini dünyanın her tarafına taşıyan vaiz ve tâcirlerin sakin ve iknacı gayretlerinde aramak gerekmektedir.

Cizye Meselesi

Müsteşriklerin ve bizdeki tâbilerinin meşhur iddialarından birisi de gayrimüslimlerin cizye ödememek için Müslüman göründükleri, aslında kitleler halinde Müslüman olduğu iddia edilenlerin çoğunlukla gerçekte Müslüman olmayıp cizye vermemek için Müslüman gözüktükleri faraziyesidir. Bu tamamıyla yanlış bir iddia değildir. Cizye ödememek için Müslüman görünüp de daha sonra Tanzimat reformlarıyla cizye kaldırılınca tekrar eski dinlerine dönmek isteyen Trabzon’daki bir grup vatandaş Rusya ile Osmanlı Devleti arasında probleme neden olmuştu. Malum, İslam hukukunda Hristiyan olmanın bir cezası yoktur ama önce Müslüman olup sonra eski dinine dönen yani mürted olanın cezası katldir. Rusya, Osmanlı’nın mahut zayıf devrinde bu dindaşlarını koruma gayreti içinde olmuştur. Diğer yandan bunların münferit vakalar olduğunu, büyük resmi ifade etmediğini yine Arnold’un araştırmalarından öğreniyoruz.

“Fakat Müslüman vatandaşlar için mecbur olan askerlikten kendilerini muaf tutan bu cizyeyi ödemek onlar için çok ağır bir yük olarak görünmüyordu. İslam dinine geçiş elbette bazı maddi menfaatleri de beraberinde getiriyordu, fakat önceki dinini sadece cizyeden muaf tutulmak için terk eden birisi bu hareketiyle fazla bir şey kazanmıyordu; çünkü İslâm dinine geçtiğinde cizye yerine zekat ödemek zorunda kalıyordu ki bu zekat bütün taşınır ve taşınmazlara her yıl konan vergiydi.

“Cizye, gücü kuvveti olan erkeklerden, Müslüman olmaları durumunda yapmaları gereken askerliğin yerine isteniyordu; herhangi bir Hristiyan’ın İslam ordusunda görev alması durumunda bu vergiyi ödemekten muaf tutulması ise son derece dikkat çekici bir hadisedir… Hidra adasının Hristiyan sakinleri, Padişaha doğrudan vergi ödemek yerine, masraflarını kendilerinin karşıladığı güçlü kuvvetli 250 kişilik bir denizci birliğiyle Türk donanmasına destek verirlerdi.”

Netice

Kişi, kendi gibi bilir işi demişler. Hristiyan hükümdarlar tebaalarını Hristiyanlığı seçmeye zorlamış, Hristiyan olmayanları kılıçtan geçirmişlerdir. Bunun en müşahhas misali bir zamanlar İslam medeniyeti olan Endülüs’te bugün neredeyse hiç Müslüman kalmamasıdır. Hristiyanlar bu hâdiseleri bildikleri için İslâmiyet’ in de böyle yayıldığı sanmaktadırlar. Arnold bu fikrin büyük bir haksızlık olduğunu ispat etmektedir. İslâm’ı tebliğ faaliyetlerinde zulüm, ölüm korkusu bir yana sistematik bir zorlamadan bile bahsedilemez. Nitekim Osmanlı Devleti nüfusunun yarısına tekabül eden gayrimüslim bölgeyi asırlarca idare etmiştir.

Büyük başarılar büyük fedakarlıkların neticesidir. Müslümanlar İslâm’ın tebliği için çok büyük fedakarlıklarda bulundular. Özellikle Eshabı kiram ailesini, geçimini, rahatlığını hiç düşünmeden sırf dini yaymak gayretiyle dünyanın dört bir yanına dağıldılar. İstanbul’dan Horasan’a Kıbrıs’tan Afrika’ya kadar her yere dağılmış bulunan Eshabı Kiram kabirleri bunun en açık delilidir. Bugünkü milyarlık Müslüman âlemi o büyük insanların akılalmaz fedakarlıklarının eseridir.

Cihad her Müslüman’ın üzerine farzdır. Müslüman kendimi kurtarayım yeter diye düşünemez. Bunu diyen de “kurtulma”nın gereklerinden birini eksik yapmış olur. İslâm’ın tebliğ tarihinin bize düşündürdüklerinden birisi de şudur; tebliğ faaliyetinin zirve yaptığı zamanlarda Müslümanlar da zirveye çıkmışlardır. Bir Suud’un dediği gibi; “Siz Türkler cihad ediyordunuz, azizdiniz, buraya Türk kumandanlar, valiler gönderiyordunuz. Sonra cihadı bıraktınız, zelil oldunuz, artık buraya Türk ameleler, ustalar geliyor.”

  1.   https://islamansiklopedisi.org.tr/arnold-sir-thomas-walker ARNOLD, Sir Thomas Walker 
  2.  http://www.hakikatkitabevi.net/book.php?bookCode=008 shf. 16, Fâideli Bilgiler, Hakikat Kitabevi 
Bünyamin Ekmen

Bünyamin Ekmen

Makina mühendisi, müteşebbis. Kelambaz mecrasının imtiyaz sahibi.

Okumayı ve paylaşmayı sever. Burada olmaktan dolayı çok mutlu.

1 comment

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.