Kelâmbaz
Süleymâniye'yi Okumak -2-

Süleymâniye’yi Okumak -2-

İki hafta evvelki yazımızdan devam ediyoruz.

Ve ana kapıdan geçip camiye adımımızı atıyoruz. İstanbul’un en büyük camisi olan bu muhteşem eser; sade yapısı, akustiği, renkli pencereleri, çok kıymetli granit sütunları ve dört bir tarafı dolduran göz alıcı güzellikteki Ahmed Karahisari ve Hasan Çelebi hatları ile insanı adeta büyülüyor.

Caminin ortasına doğru geldiğimde 48,5 metre yükseklikteki 27 metre çapındaki devasa kubbeye doğru başımı kaldırıp bakıyorum. Kubbenin en tepesine Fâtır Suresi 41. Ayet-i Kerîme yazılmış: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yok olup gitmesinler diye (kurduğu düzende) tutuyor. Andolsun, eğer onlar (yörüngelerinden sapıp) yok olur giderlerse, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”

Dev kubbeye hususiyetle bu ayetin yazılmış olması, okuyanlarda hayranlıkla karışık bir ürperti hasıl ediyor.

Cemaat sünnete durmaya başladı, bir an için kendimi toparlayıp ve buraya sanat seyretmeye değil evvela ibadet için geldiğimi hatırlayıp tam üstümdeki yarım kubbe içindeki İbrahim aleyhisselâmın duasını düşünerek saflarda yerimi alıyorum: “Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’am 79)

Bunu şunun için arz ettim ki, imam efendi namazı kıldırırken mikrofon kullanmadı. Evet ben de şaşırdım, ama zaten olması gereken de bu değil miydi? Zira camiye gelen her turiste anlatıldığı gibi Mimar Sinan bir akustik harikası bina etmemiş miydi? Evet o namazda anladım ki imamın her tekbiri, dev mabed içinde harika bir şekilde dağılıyor ve gönülleri mest ediyordu. Yüzlerce dev hoparlör hem çıkardıkları çok yüksek sesle insanları rahatsız ediyor, ibadette huşuyu bozuyor hem de avize tepelerine tünemiş dev siyah canavarlar gibi caminin iç estetiğini fazlasıyla bozuyorlardı. Keşke hep hoparlörsüz kılınsa…

Namazdan sonra mihrab duvarını incelemeye koyuluyorum. Mihrabın sağ ve sol iki yanında iki parça halinde İznik çinileri ile Fatiha Suresi yazılmış:

Yine mihrap duvarında rengârenk bir çok pencere var. Bunlar muhtelif renklerdeki yüzlerce küçük cam parçalarının ustalıkla birleştirilmesiyle yapılmış. Ustasının ismi de Mecnun İbrahim. Böyle bir sanatla uğraşmaktan mecnun olmuş herhalde, ama deli midir veli midir bilinmez:

Bu makalenin baş resmindeki “Muhammedün resûlullah” ibaresi bu pencerenin üstünde yer alıyor.
Bu pencerenin altında da “O, Güneş’i bir ışık (kaynağı), Ay’ı da (geceleyin) bir aydınlık (kaynağı) kılandır” mealindeki Yunus suresi 5. ayeti kerimesi yazıyor

Mihrab duvarından sola doğru dönüp hünkar mahfili hizasına geliyorum. Selâtin camilerde yani sultanların yaptırdıkları camilerde, pâdişahlar için ayrılmış yüksekçe ve umumiyetle parmaklıklı yere hünkar mahfili denir.

Süleymâniye Cami Hünkâr Mahfili

Mahfil yada Mahfel, Arapça bir kelime olup, toplanma yeri manasına gelir. Sultanların muhtemel bir suikasttan korunmaları için yapılırlar.

Hünkar Mahfilini incelerken, mahfilin kıble duvarına asılmış iki levha gözüme çarptı. O levhalarda kesin sultana bir nasihat olmalıydı. Acaba Kanuni Sultan Süleyman’a ve oradan güzerân edecek olan nice idârecilere ne nasihat vardı? Aşağıdan, lambaların arasından fotoğraflarını çekebildim:

Birinci levhada “Nebî aleyhisselam buyurdular ki” yazıyordu. İkinci levha olan hadisi şerifte de şöyle yazıyor: “Âdil idâreciler kıyamet günü Allah indinde nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” Ne hoş…

Sol taraftan geriye doğru yürüyorum ve caminin meşhur dört kırmızı granit sütununa geliyorum. Mimar Sinan, eseri Tezkiretü’l Bünyân’da der ki: “Süleymaniye kubbesini dört yekpare sütuna taşıttım. Kırmızı granit yekpare olan bu taşları; İskenderiye (Mısır), Baelbek harâbeleri-Lübnan (Fenike), Kız Taşı ve Topkapı Sarayı’ndan getirttim.” Burada Roma, Fenike ve Mısır medeniyetlerine boy gösterisi yaptığı söylenir. Ayrıca her biri 9 metre yüksekliğinde 1,14 metre çapında ve 40-50 ton olan bu dört sütunu Mimar Sinan, Dört Halife’ye benzeterek şu beyti söyler:

“Oldu Ka’be bu Câmi-i mevzûn,
Çihar-yar oldu bu dört sütun”

4 sütundan biri
İkişerli olmak üzere caminin sağ ve sol cenahlarında bulunan bu sütunların üstlerinde ise, sağ taraftan başlamak üzere Tevbe suresi 112. Âyet-i kerîmesi yazılmış: “(Onlar) Tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın koyduğu hududları hakkıyla koruyanlardır. Mü’minleri müjdele.”
Sağ cenahtaki sütunlar ve üstlerinde, iki parça haline ayetin ilk yarısı
Sol cenahtaki sütunlar ve üstlerinde, ayetin ikinci yarısı

Artık camiden çıkmak için ana kapıya doğru ilerliyorum. Ve son bir şey kaldı…

Herkes bu camide bir is odasının bulunduğunu duymuştur. Camide yanan yüzlerce kandilden yayılan isin, kubbe hatlarına zarar vermesin diye Mimar Sinan’ın, cami içinde bir hava akımı meydana getirerek, yükselen isleri bir odada topladığı hepimizin kulağına gelmiştir. Peki bu is odası nerede? İşte onu kimse bilmez.

Caminin içinden ana kapının üstüne baktığımızda yukarıda bir odacık fark ederiz. Bu odacığın önünü iki sütunlu ve kemerli bir yapı örter. Neyi örttüğünü görebilmek için tam aşağı hizasına gelip yukarı baktığımızda odacığın tavanında dört adet siyah delik fark ederiz. Bunlar islerin içeri girdikleri deliklerdir. O delikler, üstelerinde ayrı bir odaya açılır. Gelen isler, deliklerden geçip o odanın duvarlarına yapışırlar ve belli bir vakitten sonra o duvarlarda oluşan tabaka kazınarak toplanır ve is mürekkebi denilen bir çeşit mürekkep imâlatında kullanılır.

Bu is odasına 2009’da biten kapsamlı tadilat esnasında girildi ve daha evvelki tadilatlarda hiç uğranılmayan odanın içinin içler acısı hali meydana çıktı:

Yıllar içinde bazı vatandaşların “is odası”nın duvarlarına isimlerini, memleketlerini, askeri dönemlerini, kalp içinde kendi ve sevgililerinin adlarını yazarak, odanın duvarlarına ciddi nisbette zarar verdikleri görüldü.

Artık camiden çıkıp, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbelerine gidiyorum.

Kanuni Türbesi gerçekten göz alıcı güzellikte. Etrafı bir çok sütunlarla çevrili, ve giriş kısmının üstündeki pencerelerin hemen üstünde de mevlevî sikkesi formunda Hacerü’l-Esved parçası var.

Türbede, Kanuni Sultan Süleyman’ın dışında, Sultan II. Süleyman, Sultan II. Ahmet, Mihrimah Sultan, Saliha Dilaşûp Valide Sultan, Asiye Sultan ve Rabia Sultan’ın kabirleri bulunmakta.

Türbenin içindeki sütunlardan her birinin üstünde Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isim yazıyor. Yine duvarlarda da İznik çinileriyle boydan boya, tüm türbeyi dolaşacak şekilde Bakara suresinin 255,256 ve 257. Âyet-i kerîmeleri yazmakta. Bunlardan 255. âyet; hepimizin bildiği, Ayete’l-Kürsî denilen, ve hakkında çokça hadîs-i şerif bulunan âyettir. Bunlardan biri meâlen şöyle: “Bakara sûresinde bir âyet vardır ki Kur’ân âyetlerinin efendisidir. Şeytan olan herhangi bir evde okunursa, Şeytan o evden çıkar. O Ayet Ayete’l-Kûrsî’dir.” (Beyhakî)

Üç Sultan yanyana. Soldan sağa: II.Ahmed, II.Süleyman ve I.Süleyman. II.Süleyman Han, II.Ahmed Han’ın abisidir. Babaları Sultan I.İbrahim Ayasofya’daki türbesindedir.

Bir zamanlar cihanı titreten, Kanuni Sultan Süleyman Han işte önümde yatıyor. Dünya ona da kalmamış. Mukaddes dinimizi yaşayan ve yaşatan dindar ve edep timsali sultanlarımızın ruhlarına birer Fatiha okuyorum. Çıkarkan giriş kapısının üzerindeki yazıya ve hemen alt hizasındaki koca sultanın kabrine bir daha bakıp ürperiyorum:

“O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur!” (Kasas 88)


Akabinde Hürrem Sultanın içi muhteşem çinilerle bezeli türbesini de ziyaret edip son olarak bütün bu külliyenin ve bunun dışında yüzlerce eserin sahibi Mimar Sinan’ı ziyaret için avludan çıkıyorum.

Mimar Sinan, 1489’da Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya geldi. 1511’de devşirme olarak İstanbul’a geldi ve Acemi Oğlanlar Ocağı‘na girdi. Burada kaldığı yıllar içinde, birçok mimarî eseri inceleme fırsatını buldu.

1516’da Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Muharebesi’ne katıldı. Mısır’da bulunduğu zaman içerisinde buradaki sanat eserlerini gözlemledi. 1522’de Rodos seferine, 1526’da da Mohaç Meydan Muharebesi’ne katıldı. Bu savaşlarda gösterdiği muvaffakiyetlerden dolayı terfi etti. 1533 yılında ise Kanuni Sultan Süleyman’ın İran seferine katıldı.

Boğdan seferi sırasında ordunun Prut Nehri’nden geçmesi gerekiyordu. Bunun için günlerce uğraşıldı, ancak kurulan köprüler bir türlü tutmadı. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman, bu köprüyü yapabilecek birinin bulunmasını istedi. Vezir Damat Çelebi Lütfi Paşa, Sinan’ın bu işin üstesinden geleceğine inandığı için bu vazifeyi ona verdi. Sinan, incelemelerinin ardından iki haftadan kısa bir süre içinde köprüyü başarıyla kurdu. Bunun ardından Sinan’a başmimarlık rütbesi verildi. Bu vazifeyi 49 yıl boyunca yapacaktı.

Mimar Sinan, 1588‘de İstanbul’da vefat etti ve kalfalık eserim dediği Süleymâniyenin yanına, yine kendi eseri olan türbesine defnolundu.

Koca Sinan’ın kabri önünde…

Türbeye bakan şebekeli pencerenin üstünde, Mimar Sinan’ın Enderun’dan arkadaşı Şair ve hattat Sâ’î Mustafa Çelebi’nin yedi beytlik bir kitabesi vardır:

Son beyt olan “Göçdü bu demde cihândan pîr-i mi‘mârân Sinân”, ebced hesabıyla 996 tarihini verir ki, Mimar Sinan’ın hicrî takvime göre vefât tarihidir.

Allah-ü teâlâ cümlesinden ebeden razı olsun, biz torunlarını da, o mübarek dedelerine benzemeye çalışanlardan eylesin. Hepsinin ruhu için el-fatiha…

Emir Ali Demirel

Emir Ali Demirel

Elektronik Müh. Tarih-Sanat Tarihi, Kültürel Seyahatler&Fotoğrafçılık

emiralid.blogspot.com

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!