Kelâmbaz
Balkan Savaşları

Elveda Doğduğum Topraklar

Sızlatır bazı zamanlar dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı,

Ruh arar başka teselli her esen rüzgârdan,

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda.

Balkanlar’ın yetiştirdiği  Türk şair, yazar, olan Yahya Kemal Beyatlı; “Türkler bir deniz gibi balkanlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış, bütün topraklar Türklük kokuyor” demektedir.

Balkanlarda tam 500 sene  hüküm sürdük. Dağıyla, taşıyla, kurduyla, kuşuyla, tozuyla, toprağıyla her yerine bir Türk eseri inşa ettik. Bu çilekeş topraklar 1877-78’de zuhur eden Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) ile elimizden çıktı.

Nihayetinde, Türkler son 125-130 yıl çok büyük acılar, felaketler, sürgünler yaşadı. Bu büyük sıkıntılar, açlıkla, kıtlıkla, ölümle noktalandı. Binlercesi yollarda öldü, binlercesi yetim kaldı. Hanlar, hamamlar, mezarlar ne yazık ki düşman askerlerince talan edildi. Coğrafya, varlığı, kültürü, tarihi, kısaca her şeyi ile unutturuldu.

2014 senesinde Balkanlara seyahatler yaptık. Hâlâ hunharca, gözü dönmüş düşmanın izlerine rastladık. Hele ki, sürgün edilenlerden dinlediklerimiz içimizi acıttı. Bir gözüm Ceyhun, bir gözüm Seyhun nehri olsa, ağlasam belki teselli bulurum. Bunların ızdırabını kimler anlatacak, kimler işleyecek…

Balkanlar, coğrafi olarak  bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ çilelere şahitlik etmiş dumanlı başını başka bir dağın dizine koyar. Geçitleri zordur, aşılması güçtür. Dereleri ırmaklar gibi çağlar, ninniler söyler âdeta. Tabîat güzelliğini insanın kalbine nakşeder; zehirli bir yılan gibi çöküverir, hemen esir alır kendine. Güneş nazlı nazlı doğar, hoş geldin edasıyla insanın yüzünü okşar. Hele o buz gibi sularından abdest almak…

Osmanlı’nın Plevne önlerinden çekilmesiyle, bu topraklardaki insanlarda endişe başlamış, kaygı artık bir mücadeleye dönüşmüş; 1912 yılına gelindiğinde oralarda yaşayan her Türk’ün bu düşüncesi mayalanarak büyümüş, kin bir kasırga olmuş. Hangisini dinleseniz, gözleriniz dolar, o günlerin kıymetini bilememenin eksikliğini yaşarsınız.

Bu duruma kayıtsız kalmazdık, mazlum insanların hissiyatını, çilelerini, ızdırabını dile getirmek için bu makalemizi kaleme aldık. Hele sizin bu anlattıklarınızı yazacağım dediğimde, gözlerinin içi parlayan o dedenin halini, sevincini bir görseniz.

Düşman, 22 milyon km2 ‘ye hükmetmiş koskoca bir İmparatorluğu, 784 bin km‘ye sığdırmış, sıkıştırmış. Dolayısıyla bugün  çetin bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu toprakların ne kadar zor şartlar altında kazanıldığını insanlara anlatmak mecburiyetindeyiz.  Dün dünde kaldı diyemeyiz.

Özellikle yarına yön verecek umudumuz olan gençler!, Son devirde acılara, yokluklara, çilelere maruz kalmış, analarım, bacılarım!  Koparılıp atılmak istendiğin son yurdumuz  “Anadolu”nun kıymetini iyi bil, gözün gibi sahip çık!. Bunun için düşmanların bizi parçalamak için kurduğu sinsi planları nakış nakış zihinine işle!

Diğer taraftan, kafileler halinde güçlüklerle Balkanlardan gelen ecdadın torunları! dedelerinin çektiği o acı göçleri hatırlamalı, bunun romanını yazmalı, filmini yapmalısın! Gafletten ne zaman uyanacaksın..?

Bu ümid ve düşünce ile Balkan topraklarında meydana gelen bir göç hikâyesini aşağıda okuyacaksınız.

***

Korkunç Yıllar

Düşmanın ayak sesleri yavaş yavaş duyulmaya başlıyor. Köylüler üzerlerine çöken kasvetin ateşiyle kasıp kavruluyorlar. Kapılarına sürgüleri vurmuşlar, kepenklerini sıkıca kapatmışlardı ki  Bulgar çeteleri yavaş yavaş köylere sızmaya başlamıştı. Zulümler giderek artıyor, halk çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilmiyordu. Evlerden dışarıya çıkamaz olmuşlardı. Duyulan nal sesleri, atılan bir el ateş yüreklerine bir ok gibi saplanıyor, düşmana karşı bir şey yapamamanın şaşkınlığı ve acizliğini yaşıyorlardı.

Bir yangının rüzgârla sıçraması gibi çetelerin yaptığı zulümler de her geçen gün etkisini arttırıyordu. Bu ateş öyle bir hızlı yayılıyordu ki bir gecede beş-on köyün yakıldığı, talan edildiği oluyordu. Düşman askeri bıçakla ağaçlara tebliğ asıyor, “Sizi İstanbul’a kadar kovalayacağız, İstanbul’u da ele geçireceğiz” yazıyorlardı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra geceleri çeşmelerden atlarını sulamak için çıkmak isteyen köylüler, sıkı sıkıya örttükleri perdelerin kenarından açıp baktılar. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor, şimşekler çakıyordu. Ortalığı kasıp kavuran rüzgâr sanki gelen tehlikeyi haber veriyordu. Öyle ki bebeklerin ağlamasından bile korkuyorlardı. Kapıları çalındı. Korkuları bir kat daha büyüdü, gelenler ya bir de Bulgar askerleriyse..?

Elveda Doğduğum topraklar…

Evet, korkulan oldu, düşman gelmiş kapıları dövüyordu. Kapıları “Açın” diye öyle bir hınçla tekmeliyorlar ki. Her yeri yakıp yıktılar. İnsanlar perişan, ne yapacağını bilemediler. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuş bir  köylü dizleri üzerine çökmüş çaresiz şöyle diyordu:

“Alın terimizle toprağı ektik, ürünümüzü biçtik, iyi ürünler aldık. Kötü günümüz olmadı pek. Mutluyduk, bu dağlarda, bu ormanlarda niceleriyle beraber yaşadık, bir karıncayı bile incitmedik. Ne kurdu kıskandık, ne kuşu.. acıyı da paylaştık, tatlıyı da. Buralar ne oldu da şimdi ölüm soluyan diyarlar oldu, ey doğduğum topraklar şimdi sana veda mı ediyoruz? Hey gidi Osmanlı! buralar sensiz kalacak, aysız, yıldızsız kalacak, Kuransız, mescitsiz kalacak, en önemlisi Hey koskoca Osmanlı! Balkanlar duasız kalacak, bizler yetim, bu koca diyarda öksüz kalacak, bir yanımız hep eksik kalacak…” 

Dayanılamayacak bu durum karşısında hazırlıklar yapıldı,  düşman işgali altındaki topraklar terk edilmeye başlandı. Huzuru başka diyarlarda arayacaklardı. Gecenin zifiri karanlığında atlar kişniyor, köpekler uluyordu, korkunç bir hal vardı. Düşman esareti altında ezilmek istemiyorlardı. Genç kızlar, daha gün görmemiş çocuklar, ihtiyarlar, köylüler;

“Vatan bildiğimiz, her bir zerresine alın terimizin düştüğü bu toprakları terk mi edeceğiz, hani beş yüz yıldır at koşturan atalarımızın hatıraları, dökülen kanlar, çektikleri zahmetler,acılar! Bu kadar kolay mı bu topraklardan gitmek? Allah’ım! Bu acıya dayanma gücü ver, Allah’ım! bize yardım et” diye yalvarıyorlardı. Feryatları arşı inletiyordu.

İnsanlık Dışı Olaylar Yaşanıyor

Durum iyice çığrından çıkmış, Bulgar ve Sırp Osmanlı’ya karşı seferberlik ilan etmişti. Gözleri dönmüş Düşman askerleri her geçen gün ilerliyor, önüne geleni ezip geçiyordu.

Masum insanlar arkalarına bile bakamadan, önce büyük şehirlere, sonrada İstanbul’a doğru yola çıktılar. Osmanlı’nın olduğu yerde güvende ve karınlarının doyurulacağını biliyorlardı.  Hızla kaçmak istiyorlardı fakat uygun yollar yoktu. Düşman her yeri işgal etmişti. Taşıya bilecekleri kadar yükleri aldılar, kimi zaman yürüyerek, kimi zaman kağnı arabaları ile kimi zamanda buldukları trenlere tıka basa doluştular. Trenler geldiğinde bir boşluğa kendilerini atabilmek için öyle mücadele ediyor, öyle sıkıntılar çekiyorlardı ki… kapalı vagonlardaki insanların kokusuna tahammül edilecek gibi değildi. Birçok ölüm ve hastalık baş göstermeye başlamıştı.  Düşman yağmalıyordu, genç kızların ırzına geçiyordu. Artık o topraklarda bunlara yer yoktu.  İstanbul sınırına 200.000 kadar kişi yığıldı.

İstanbul Halkı Büyük Bir Gaflete Dalmış

Bu savaş başladığında muhabirlik yapan Fransız Gazeteci Stephan Lauzan, o günleri şöyle anlatıyordu.

“Benden İstanbul’u tasvir etmemi beklemeyin. Bende merak uyandıracak bir konu varsa donuk cephelerin ardındaki askerlerin faaliyetlerini görmek onların ümit ve acılarını anlayıp yansıtmaktır.  Balkan savaşı devam ederken, Galata rıhtımına ayak bastım. İstanbul’un camilerine, Beyoğlu’nun binalarına,  Üsküdar’ın sessiz koruluklarına, Haliç’in berrak sularına hiç baktığım yoktu. Bütün dikkatimi toparlayarak sokaklarda gençleri incelemeye başladım. Bunca savaştan sonra gelen bu savaş hakkında acaba ne düşünüyorlardı. Bu konuda hangi karara varmışlardı? Kim ne endişe içine gömülmüştü?

Benim müşahedem şu oldu ki, halk oldukça ilgisizdi, kaldırımlardan tam bir kayıtsızlık içinde insan seli akıyordu, gazeteciler bağıra bağıra gazete satıyordu, acaba ne yazıyor diye merak edip kimsenin bir gazete bile aldığı yoktu, dükkânlar hep açıktı. Duvarlarda birtakım ilanlar mevcuttu. İlanlarda filan Paris ekibinin Beyoğlu tiyatrosunda gösteri var yazıyor, halk sinemaya davet ediliyordu.”

Evet… topların korkunç sesleri evlerin pencerelerini dövüp, düşman İstanbul’a gelmeye başlayınca millet birbirine neler oluyor diye sormaya başladı….

İstifade edilen Kaynaklar:

  1. Justin McCarty- “Ölüm ve Sürgün” (Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922): Türk Tarih Kurumu Yayınları 1. Baskı 2012
  2. Stephan Lauzan- “Osmanlı’nın Bozgun Yılları” Beyan Yayınları
  3. Ahmed Cevad- “Balkan Faciaları” (1912-1913) İdeal Yayınları, 1. Baskı 2013

Balkan Harpleri Hakkındaki Diğer Yazılarımız:

Balkan Savaşında Düşman Çatalca’dan Neden Geri Döndü?

Zayi Olan Nesillerimiz

Anadolu Suyu İsterim

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!