Kelâmbaz
Doğru Bilginin Kaynağı Nedir?

Doğru Bilginin Kaynağı Nedir?

Hemen hemen herkesin kafasında cevap aradığı ama bulamadığı bazı sorular vardır. Doğru bilginin kaynağı nedir? Hangi bilgiye itibar edilir, hangisine edilmez? Doğru nedir, yanlış nedir? Doğru yolu nasıl bulurum?…..

Doğru Bilginin Kaynağı

Büyük İslam alimi İmam Gazali hazretleri de bu sorulara cevap vererek, doğru bilgiye nasıl ulaştığını ”El-münkızü mineddalal” isimli kitabının giriş kısmında şu şekilde anlatmaktadır;

“Gençliğimin ilk yıllarından yanî yirmi yaşımdan önceki bülûg çağıma yakın bir zamandan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücâdele ediyordum. Cesâretle derinliklerine dalıyordum. Her türlü karmaşık meselelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma atlıyordum. Her fırkanın itikâdını inceliyor, mezhebine âid sırları ortaya çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin bidat üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum.

Şimdi elli yaşımı geçmiş bulunuyorum. Bâtınîliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zâhiriyyeye mensûb olanların tuttuğu yolun neden ibâret olduğunu araştırdım. Her felsefecinin felsefesinin iç yüzünü araşdırdım. Her kelâmcının sözünü ve mücâdelesinin netîcesini anlamak için gayret ettim. Bir tasavvuf ehlinin kalb temizliğine nasıl ulaştığının sırrını anlamaya çalıştım. Bir âbidin çok ibâdet etmesinin ona ne sakladığını araşdırdım. Allahü teâlâya inanmayan bir zındıkın, bu inkâra cüret etmesinin sebebini inceledim.

Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, itikâdda taklîdden kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki, hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yahûdî çocuklarının yahûdî, müslümân çocuklarının da müslümân olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, “Bütün çocuklar müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar” buyurdu.

Asıl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâflar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm.

Dedim ki, “Benim asıl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir. O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir?”
Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilim öyle bir ilimdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz. O ilimde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz.

Hatâdan emîn olmak için, ilim öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin bâtıl olduğunu iddiâ etse, davâsının doğrululunu isbât için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde birisi, ‘Üç sayısı on sayısından büyüktür. Bu sözüme inanman için değneği yılan hâline getireceğim’ dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yaptığına şaşarım. Dahâ sonra anladım ki, bu şekilde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez. Şek ve şübhe bulunan ilim, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir.

Safsataya itibar ve ilimleri red ediş

Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâç olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümitsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki, “Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım.”

Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmaktan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir? Yoksa pek çok kimsenin şüphe götüren ve isbâtı gerektiren bilgileri gibi midir? Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şekilde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble, duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, yanî açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şekilde düşünmeye başladım.

Kendimi bu bilgiler husûsunda şübheye düşürmenin mümkün olup, olmayacağını araşdırdım. Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkün olduğu kanâatine vardım. Devâmlı artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki, “Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hüküm verir. Hâlbuki bir müddet tecrübeden sonra, gölgenin hareket ettiği anlaşılır. Gölgenin hareketi farkedilecek şekilde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilimleri ile o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükümlerin yanlış olduğunu, akıl savunmaya imkân bırakmayacak şekilde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı.

Son derece açık olan aklî ilimlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis(yanî sonradan var olan) hem de kadîm(başlangıcı olmayan) olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim. Buna cevâb olarak mahsûsât, yanî duyu organları dedi ki:

“Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akıl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akıl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.”

Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek için şöyle dedi: “Görmez misin ki, uykuda iken rüyâda bazı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rüyâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fakat uyanınca, rüyâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun?

Mümkündür ki, sende başka hâl meydâna gelir de, rüyâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi aklınla anladığın şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tasavvuf ehlinin hâli gibi olabilir. Zîrâ, tasavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde [manevî hâllere dalınca], duyu organlarının tesîrinden kurtulup, akıl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz),” demişlerdir.

Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zamân, dünyâda göremediği bir takım şeyler ona zâhir olur. O hâlde iken ona şöyle hitâb edilir: Bu günden gafletde idin. şimdi senden perdeni açdık, artık bugün gözün keskindir. (Kaf sûresi, 22.ci âyet-i kerîmesinin meâli.)

Bu vesveseler kalbimde yer etdi. Bundan kurtulmak için, bir çâre aradım. Fakat, mümkün olmadı. Çünki bu vesveseleri ancak delîl ile giderebilirdim. Delîl de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler, sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delîl olarak kabûl edilemezdi. Bu hâlden kurtulmak mümkin olmadı. İki ay kadar devâm etdi. Safsata yoluna kapılmışdım. Fakat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm.

Nasıl oldu?

Zarûriyyâtın, yanî delîle muhtâc olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emîn oldum. Bu hâle, delîller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime ihsân etdiği bir nûr ile oldu. Bu nûr, pekçok ilmin kaynağıdır. Hakîkate ulaşmanın sâdece delîller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânın geniş rahmetini daraltmış olurlar. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “Allah, kimi hidâyete erdirmek dilerse, onun göğsünü islâma açar, gönlüne genişlik verir…” (En’âm sûresi 25). Bu âyet-i kerîmede geçen açma ve genişletme manâsındaki “şerh” kelimesinden murâdın ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: O, Allahü teâlânın kalbe akıtdığı bir nûrdur” buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye sorulunca da, “Fânî olan dünyâdan yüz çevirip, ebedî vatan olan âhırete yönelmekdir” buyurdu.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadîs-i şerîfinde, bu nûr ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ kullarını karanlık içinde yaratdı. Sonra da onların üzerine kendi nûrundan serpdi.” Yanî Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabiatlarını, zulmetli nefs-i emmârenin hoşlanılmayacak hâlleri altında yaratdı. Sonra, üzerlerine marifet ve hidâyet nûru yaydı. İşte hakîkatlere kavuşmayı bu nûrdan aramak lâzımdır.

Bu nûr zamân zamân, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için, dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, “Hayâtınızın bazı günlerinde Rabbinizin lütufları zuhûr eder, onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun” buyurdu. Bunları anlatmakdan maksad, hakîkatı aramakda çok gayretli olmanın, hattâ araşdırılması îcâb etmiyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî bir çalışmanın lüzûmunu göstermekdir. Şübhesiz ki, çok olan şeyleri araştırmak îcâb etmez. Çünki onlar, hâzırdır. Apaçık olan şeyler araşdırılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araştırılması îcâb etmiyen şeyleri araşdırdı diye, araşdırılması îcâb eden şeyleri araşdırmakda kusûr etmekle suçlanamaz.”

[Kaynak: el-münkızü mined-dalâl, İmam Gazali, sf. 6-9 Hakikat Kitabevi]

Okumanızı tavsiye edeceğimiz diğer yazılar:

Cedel, Münazara İlmi

Mahzen’ul Ulûm, İlim Öğrenmenin Engelleri

Cüneyt Apal

Cüneyt Apal

Eğitimci.

cuneytapal@gmail.com

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!