Kelâmbaz
Bekleyişin Yüzleri

Bekleyişin Yüzleri

Yıllar evvel, bir belgeselde, Mehmet Emin Tokadî hazretlerine atfedilen bir söz işitmiştim: “Nice olmazlarda olur vardır da bunu her göz göremez, her gönül anlayamaz.” Sabrı bilmeyen, kemâle kavuşamaz. Olmazlardaki güzelliği görebilmek, ömrümüze sabrı nakşetmekle mümkün.

Dünya yolculuğumuz bu zamanın insanları olarak bizler için ciddi sürat kazanmış olsa da ömrümüzün bazı demleri vardır ki yavaşlar, uzar, genişler ve derinleşir. Ömrümüzün olmazları gerçekleşir. Bekleyişler gelir…

Bir büyüğüm, kızdığında, diline yükselen kelimeleri tutup aşağı çekmeye gayret edişinden bahsetmişti. Bütün bekleyişlerin sabra muhtaçlığını gördüm onda.

Dedem

Yaşı sorulunca ekseriyâ “1932 doğumluyum ben” der. 87 yıldır dünyaya bakmaktadır. Çok çalışkandır. Almanya’da uzun yıllar çalışmıştır. İnşaat ustasıdır. Faturalarını günü gününe öder. Alaca’nın -bizim koyduğumuz ismiyle- Yeşil Cami’sine sabah namazı vaktinde imamdan evvel gittiği için imam anahtarı dışarıda beklemesin diye kendisine vermiştir. Kendi elleriyle iki katlı, bahçeli bir ev dokumuştur. Bu ev Alaca’dadır, kendi ise Ankara’da yaşamaktadır şimdilerde. Ona sorsak gurbettedir belki de… Bir de misafire hizmeti kendisinden gördüğümüz hanımı vardır.

6 yıla yakındır ayakları yere tek başına basamamaktadır. Anneannemin varlığı, işte bu iki ayağının yere basamamasıyla daha da görünür hâle gelmiştir. 

Bekleyişin dedem yüzü…

Yatağındadır hep dedem. Sabahtan akşama akşamdan sabaha o hep bekler. Kahvaltısını bekler. İlaçlarını bekler. Havlu kağıdını bekler. Banyo yapacaktır, bekler. Tıraş olacaktır, bekler. Bekler, bekler, bekler. Allahü Teala hizmet edenlerini eksik etmesindir elbet ama işleri görülse de onun bekleyişi berdevamdır. Nice hikmetler saklamıştır bu sessiz bekleyiş de biz kusurlu göz ve gönüllerimizle ancak şu kadarını görebilmişizdir: İnsanın kendi gayretiyle yerine getirdiği en basit, en ehemmiyetsiz görünen şeyler dahi ne kıymetlidir, nice şükür vesilesidir.

Sabah uyandım, ya Hayy. Gözlerim görüyor, ya Basar. Kulağım işitiyor, ya Sem’. Uyandıran, gördüren, işittiren Sen… Elhamdülillahi âlâ külli hâl, sivel küfri veddalal.

Genç Kız Kalbi

Her kalp birbirinden farklıdır, kabul edip bir köşeye koyup da başlıyoruz.

Narindir, nahiftir genç kız kalbi. İncitilme ihtimaline dahi gelmez. Geçenlerde bir hanım kızı bir beyefendiye istemişler. Hanım kız anne babasına “Ben bu eve sığmıyor muyum, fazla mıyım?” demiş. Duyanlar yadırgamışlar. Bu kalpten haberdar olmasalar gerek çünkü böyledir genç kız kalbi.

Emanet denilmiş kadınlara. Emanet, kaç kat sarılarak saklanması icap eden şeydir. Toz konsun, göz değsin istenilmez. İşte, emanetin özüdür genç kız kalbi. Yaralarının tamiri de zordur bu yüzden. Yetmiş yaşına geldiğinde incitildiği yeri diline pelesenk edebilir, tamir edemediğinden.

Hep bir incelik bekler genç kız kalbi. Bakanların hayalperestlikle itham edeceği şeyleri bekler. Tabiatıdır, iltifat bekler. Eşi, babası, annesi, ağabeyi hepsi onun içindir. İçi hep “kendi murad ettiği ahenkle o kapı çalsın” bekleyişindedir.

Bir gün bu kalbe, bekleyişin koyulaştığı anda, şöyle şeyler ilham edilirse kurtulur bu dünyanın kabalığından: İnsanlar artık beni hayal kırıklığına uğratamıyor. Demeyi öğrenir ve ferahlar: Beni yaratan; kalbimin inceliklerinin, zerrelerinin dahi bilgisi kendisine ait olan Allah’tır. Beni bir O anlayabilir. Beni bir O incitmez. Bana ne gelirse O’ndan gelir. Rahman ve Rahim olan adıyla bekleyişimin mükafatı olarak beni himaye eder.

Paşa

Çanakkale’den gelmiştir. Kuzenimin vesilesiyle dedemin el emeği bahçesinde nasiplenmektedir. Yavrudur daha, yaşı hâlâ ay hesabıyla söylenmektedir. Sıbgatullah isminin tecellisini gördüğümüz renkte tüyleri vardır. Çok sıkıntılar çekmiştir. Hikâyesinden üzerinde sigara söndüren merhametten nasipsizler geçmiştir.

Kuzenlerim ve teyzem onunla ilgilenmektedir. Sabahleyin Paşa’ya gidilir. Akşam Paşa’dan dönülür. Pişmemiş eti yemez, pişirilip verilir. Sevdikleriyle birlikte havası inmiş basket topu oynamayı pek sever.

Üzerime -oyun maksadıyla da olsa- tırmanmasından korktuğumu üç-beş günde anlamıştır. Saygı duyar bu korkuma, önüme oturur ve tüylerini okşamamı bekler. Yavrudur dedim ya yanında teyzem varken -yemeğini kendi başına yiyebilmesine rağmen- küçük parçalara ayırıp vermesini bekler. Bahçe toprağına düşmüş gibi yaparsınız, koşar yardımınıza; kalkabildiğinizi, iyi olduğunuzu görmeyi bekler.

Akşam ayrılırken hep mahzun olur yüzü. Sabah olur, araba yahut ayak sesini duyar duymaz avlunun bahçeye açılan parmaklıklı kapısına çoktan gelmiştir, anlarsınız: Gelişinizi hasretle beklemiştir.

Bekleyişin Paşa yüzüdür bu ve insana “Men la yerham la yurham” der: Merhamet etmeyene merhamet edilmez.

Toprak 

Ayaklarımızın altına serilmiştir, kaç çağ görmüştür… Dedemin bahçesinde doyarız artık ona çünkü kalmamıştır kokusu modernitenin şehirlerinde. Varlığa hizmet eder oysa. Üzerinde eyleriz ne eylersek. Şahittir, iyiliklerimize de kötülüklerimize de. Tarla olur, ürün verir. Arsa olur, üzerine mesken inşa edilir. Teyemmüm, onunla ve onun cinsiyle mümkündür. Güz gelince kurumuş yaprakları saklar koynuna.

Dikkate şâyân hususiyeti ise ölüme ve sonsuz ölmemeye açılan bir kapı olmasıdır. Necip Fazıl Kısakürek merhum “Ölmemek neymiş senden öğrendim” diyor, hocası Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri için. Kabristanlarda hakkelyakîn idrâke yaklaşılır.

Toprak, hakikati çağrıştırır. Maddemiz ne kadar yakındır maddesine. Kanlarımız çekilir damarlarımızdan, kuruyup öyle varırız ona. Toprak da bizi, sevgiliden gelecek mektubu bekler gibi gün be gün bekler.

Gece

Akşamın demlenmiş hâli. Kederin gönle girmeye izin istemeyeceği vakit. Gündüzlerin telaşında, sarı ışık altındaki loş odayı özleten… Leylâ’nın isminin evveli. Sükûtu doğuran ana.

Ömrünün bütün olmazlarıyla yüz yüze. Nefs-i emmaresinin telkinlerinin saldırısı altında. Hükmü yanlış verip vermemenin kıyısında. Nefsine dalkavukluk edecek birçok malzeme de karşısında. Derse ki “benim de hakkım…”, derse ki “ama ben de …” derse ki “neden ben …” şeytanının eline nefsini teslim edecek. Cenk meydanı söz söylemek gibi değil. Hariçten gazel okumadığını göstermekle mükellef şimdi.

Bu bekleyiş çetin.

Gece uzuyor, onu kendine bırakma Allah’ım!

İmam-ı Rabbanî hazretleri içteki düşman(nefs-i emmare) ile dıştaki düşman(şeytan)ın işbirliğinden bahseder Mektûbât’ında. Fırsat verme Allah’ım!

Kalbinin merhamet odasını bulmalı. Adalet içre yargı makamı var. Yargı yanılma ihtimali taşır, insandır. Evet, uzaklaşmalı buradan. Yargıdan sıyrılıp bir yol bulmalı merhamete. Merhametin kaybedeni olmayacağı için…

Gece, bekletir.

Kaç zaman geçti bu müşahedelerin üzerinden, saymadım. Diyebilirim ki bir bekleyiş de tuttu elinden, götürdü kelime ve cümlelerin emanetçisini yazının içinden. Gittim, bekledim ve okuyucu olarak döndüm. Gördüm ki fakir ruhların sözlerinin tesiri azalıp gider, bu yazıda bana ait olmayan ne varsa hepsi güzel.

Bu yazıyı başlatan vesile bir bekleyişti. Bu yazıyı genişleten bir ‘olmaz’lar silsilesiydi. Sabır bahsinde de Allah’a karşı hep mahcup olduğumu gördüm. Öyleyse hakkıyla bilememiş bunca zaman bu göz, hakkıyla bilememiş bu gönül yazıyı bereketlendiren sözlerin büyüklerini. Bildim ki biz büyüklerin sözlerinden bir damla ilham alabilsek kendimizi ummanlar içre buluruz. Fakir ruhlar yalnızca büyük ruhlarla zenginleşebilir. Akış doludan boşa doğrudur. Evet, nice bekleyişlerde ol/ur vardır.

Yorum Yaz

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!