Kelâmbaz

Anadolu Yanıyor: Celali İsyanları

Osmanlı İmparatorluğu’nun cihan devleti olmasındaki rolü tartışılmaz olan, kökeni Selçukî vezir Nizamü’lmülk’e atfedilen timar sistemi, 16’ncı asrın ortalarında bozulmaya başladı. Bir önceki yazımızda tafsilatlı bir şekilde incelediğimiz üzere, 3 asır boyunca kusursuz tatbik edilen sistem sayesinde, hem reaya (halk) çağın şartlarında görülmemiş bir refah içinde yaşarken, hem de Osmanlılar Yemen çöllerinden Viyana kapılarına, Atlas Okyanusundan Kafkas dağlarına kadar uzanan geniş coğrafyada görkemli bir imparatorluk kurabildi. Fakat Osmanlılar bu coğrafyanın tamamında merkezi idare kuracak kadrolara sahip değildi. Bu sebeple İstanbul’daki hükumet, sadece Anadolu ve Rumeli ve Halep gibi vilayetlerde merkezi idare kurup, timar düzenini tatbik etmekle yetindi.

1683 yılında Osmanlı Devletinin sınırları

Osmanlı Ordusu: Timarlı Sipahi ve Yeniçeriler

Timar sisteminde toprağın mülkiyeti devlete, tasarrufu köylüye, vergilendirmesi ise timarli sipahiye aitti. Böylelikle devlet toprağın sahibi olarak timarli sipahinin aristokrat bir Bey haline gelmesi önüne geçerken, köylü sipahinin uzun vadede velinimeti olduğu için sipahi tarafından korunup kollanıyordu. Timar’da bir çift öküz ile tarım yapan köylü aileler öşür (10’da 1) vergisini, üzerinde bulunan sipahiye teslim ediyordu. Bu arazinin geliri yıllık 3 – 20 bin akçeye kadar ulaşıyordu. Sipahi beyi, her 2 bin akçe için 1 cebeli (atlı asker) yetiştirmek ve cepheye getirmekle mükellefti. Böylelikle devlet kırtasiye giderleri ve bürokratik engelleri-masrafları aradan çıkarmış oluyordu. 16.ncı asrın ortalarında Anadolu ve Rumeli timarlı sipahileri 150 bin kişilik mevcudu ile Osmanlı ordusunun esas omurgasını teşkil ediyordu.

Öte yandan imparatorluk ordusunun diğer bir unsuru, sayıları 20 bine yaklaşan kapıkulu askeriydi. Bunların en meşhur ve kalabalık olanları merkezde daima talim yapan profesyonel bir asker olan Yeniçerilerdi. Bu ikinci grup, timarlı sipahi gibi kılıç ve ok gibi geleneksel silahlar yerine tüfenk ve arkebüz gibi ateşli silahlar kullanıyordu. Sayıca az olmakla birlikte Yeniçeriler Osmanlı ordusu’nun sarsılmaz bir gücünü oluşturuyordu. Mesela 1444 senesinde vuku bulan Varna Muharebesinde, Haçlı ordusu Osmanlıların sağ ve sol cenahını bozup çekilmeye mecbur etmişti. Fakat Sultan ile birlikte merkezde bulanan 5 bin Yeniçeri şiddetle mevzilerini müdafaa edip, koca Haçlı ordusunu püskürtmeyi başarmıştı.

Savaşın en ateşli anında muharebeye katılan Yeniçeri bölüğü, arkada mehterân askeri şevke getiriyor.

Timarlı Sipahilerin Tasfiyesi – Yeniçeri’nin Yükselişi

17.nci yüzyıla yaklaşırken artık savaş meydanlarında kılıç ve mızrak yerini neredeyse tamamen ateşli silahlara teslim etti. Almanlarla 1593-1606 senesinde yapılan Uzun Savaş’ta sipahilerin çelik zırhını delen yivli tüfekler karşısında, Sadrazam cepheden İstanbul’a yazdığı telhislerde durmadan tüfekli asker gönderilmesini yoksa, cephenin çözüleceğini yazıyordu. Nihayet Osmanlılar idarecileri, timarlı sipahilerle yolun sonuna geldiklerini farkettiler ve sipahileri timarlardan boşaltacak bir dizi kararlar aldılar. Buna göre devlet daha önceden salmadığı bir takım vergiler tesis ederek, köylüden vergiyi bizzat alma yoluna gitti. Asrın bir başka hususiyeti ise görülmemiş bir enflasyonist baskı ortamı olmasıydı. İspanyolların Amerikadan çıkardıkları gemiler dolusu gümüşün, tüm Avrupa ve Osmanlı ülkesinde yol açtığı çağın en korkunç enflasyonu, timarlı sipahiyi ve sancak beylerini iyice zor duruma düşürdü. Zira sipahinin maaşı düşerken, aksine fiyatlar korkunç bir şekilde yükselme eğiliminde idi. Memnuniyetsiz timarlı sipahiler toprağı terk etmesiyle, Osmanlı hükumeti merkezde topladığı daha fazla vergi ile ateşli silahlarla mücehhez Yeniçerilerin sayısını süratle arttırdı. Yeniçerilerin sayısı Fatih Sultan Mehmed devrinde 5 bin, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünde 12 bin iken, 50 yıl geçmeden sayıları 40 bine yükseltildi. Ne var ki Sultan, Aksaray’da kışlalarında – saraya tam 1 kilometre mesafede – oturan bu devasa orduya 3 ayda bir düzenli maaş vermekle yükümlüydü. Üstelik padişahların tahta oturduklarında verdikleri cülus bahşişi, önceleri Yeniçerilerin sayısı az ve işler yolunda olduğu için devletin şanına şan katarken, şimdi devasa bir hal almış orduya maaş yetiştirmek bile can sıkıcı bir hal almıştı. Cülus bahşişini verebilmek için çok kere saraydaki ziynet eşyaları dahi eritiliyordu. Kısa sürede bu kadar Yeniçeri devşirilmesi mümkün olmadığı için ocağa yüzyıllardır takip edilen geleneğin dışına çıkılarak Anadolu’dan ve şehirlerden bir çok oğlan alındı. Çok geçmeden Yeniçeriler İstanbul’u isyanlarla kasıp kavururken, hükûmet, Anadolu’yu saran fitne ateşi altında, toplaması gereken vergiyi toplayamayacak ve 50 yıl önce Avrupa’yı titreten Osmanlı devleti kendini, geri dönüşü zor bir bunalım ve çözülmenin içinde bulacaktı.

İsyanların İktisadî Arka Planı

Peki huzur ve rahat içinde yaşayan müreffeh Anadolu, Celali isyanları olarak bilinen kargaşanın içine nasıl düşmüştü?  Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki isyanlara Celali isminin verilmesi Yavuz Sultan Selim devrinde isyan etmiş Kızılbaş Şeyhi Celal’e atfedilmesi dolayısıyladır. Bu isyan sanıldığının aksine kısa sürede bastırılmış ise de Osmanlılar ilk büyük isyan hareketi olarak gördükleri için daha sonra meydana gelen isyanları da bu isimle anmışdırlar. Şimdi Celali isyanlarının arka planını inceleyelim.

16.ncı asrın sonlarında, devrin idarecilerinin analizini ve kontrolünü sağlayamadıkları iki unsur Anadolu’yu cenderesi altına almıştı. Bunlardan biri fiyat devrimi bir diğeri ise refahla birlikte gelen görülmemiş bir nüfus artışıydı.

İspanya ve Portekiz’in Amerika’daki sömürgelerden kıta Avrupasına getirdiği gemiler dolusu gümüş, önce Avrupa piyasalarında ve sonra Osmanlı piyasalarında fiyatların iki misline kadar yükselmesine yol açtı. Aynı zamanda üretim maliyetlerini düşüren Avrupalılar, yüksek fiyat verip Osmanlı limanlarından tahıl, meyve, harp malzemeleri gibi ihracı yasak ticaret mallarını ithal etmeye başladı. Osmanlılar her ne kadar bu kaçakçılığı önlemeye çalışsa da engelleyemedi. Nihayet bu durum şehirlerde üretimin düşmesi, kıtlık ve salgınlara yol açacaktı. Fiyat devrimi ile tarım ürünleri ile birlikte mamül malların fiyatları yükselirken, devlet timarlı ve sancakbeylerinin topladığı vergileri sabit tutması, bunların iflas etmelerine ve timarlarını terk etmelerine yol açacaktı.

Salgın hastalık sonucu ölen bir Türk’ün cenaze merasimi

Anadolu Bağrından Çıkan Ateşin Evrimi: Levent – Sekban – Celali

Nüfus artışına gelecek olursak Şevket Pamuk, 16’ncı asrın sonlarında Anadolu nüfusun 9 milyonu geçtiğini kaydeder. Devrin şartlarında bu muazzam bir nüfustur. Fakat aynı dönemde artan nüfus ile birlikte tarıma açılacak arazilerin de sonuna gelinmiş bulunuyordu. Osmanlı Devleti bulunduğu coğrafyanın hadlerine ulaşmıştı, bir yanda Katolik Avrupa’nın kalesi Roma-Germen (Avusturya) İmparatorluğu bir yanda ise güçlü Şii İran Osmanlı devletinin yeni fetihler yapması önünde aşılmaz birer engeldi. Böylece artan işsiz ve topraksız nüfus (leventler) kaçınılmaz bir şekilde şehirlere ve medreselere hücum etmeye başladı. Medreseler ve şehirler bu görülmemiş akın ile şişerken, genç nüfus hala tam olarak bir iş sahibi değildi. 8-10 kişilik çeteler halinde yol kesip soygunlar yapmaya başlayan leventler uzun harp yıllarında askerden boşalmış Anadolu’da endişe verici bir emniyetsizlik ve kaosa sebep oldu. Uzun Avusturya ve İran harpleri esnasında maaş için asker yazılıp eline silah alan leventler, ya cepheden kaçıyor yada savaşa ara verildiğinde elde silah Anadolu’ya dönüyorlardı.

Cepheden kaçmış, bir grup Celalî eşkıyası

Celali Hareketlerinin Büyümesi

Sancakbeyleri ve valilerin çetelerle mücadele etmek için şehirlere yığılmış levent ve sekbanı maiyetlerine asker olarak yazmaları ise bambaşka bir problemin başlangıcı oldu. Sancakbeyi veya beylerbeyilerin maaşı İstanbul’dan kese ile gönderilmeyip, geliri kendilerine tahsis edilmiş has yada zeamet dediğimiz geniş arazilerden geliyordu. Devlet sancakbeyi/beylerbeyine 300 bin akçelik bir arazisi var ise 60 sekban , 400 bin akçelik bir araziye sahipse 80 sekban bulundurma hakkı tanıyordu. Sancakbeylerinin emirlerine yazdıkları sekban sayısını artırdıkça, bu sefer bu sekbanı beslemek ciddi bir sorun halini aldı. Böylece emrinde 10 binlerce sekban yazan güçlü beyler halktan takatinin üstünde vergi talep etmeye başladı. Nihayet bu talepler köylünün karşı çıkması ile gasp ve soygun raddesine vardı. Bu noktada hükumete ve kanunnamelere karşı bir hareket halini alan isyancılar Celali olarak anılmaya başlandı. Timarını kaybeden sipahiler ve Haçova sahrasında düşman karşısında, meydanda bulunmadıkları için beratları elinden alınan on binlerce sipahinin isyancı Celalilere katılması, hükûmeti iyice zor durumda bıraktı.

Merkezi hükûmet, kadıların gönderdiği şikayetlerden durumun farkına varıp, kadılarla birlikte halkı yiğitbaşılar altında il erleri olarak, isyancı valilere karşı örgütleme yoluna gitti. Asi Bolu Beyine karşı verdiği mücadele ile halk destanı haline gelmiş Köroğlu işte bu yiğitbaşılardan biriydi.

Fakat isyancıların ateşli silahlar kullanıyor olması, köylülerin direnişini kıracaktı. Öte yandan isyan eden celalilerin üzerine civar sancaklardan merkeze sadık ordular gönderdi. Lakin emrinde 20-30 bin kişilik ordular bulunduran Canbulatoğlu, Kalenderoğlu gibi Celali reisleri, üzerlerine gelen 3-5 bin kişilik bu birlikleri hallaç pamuğu gibi atıyordu.

Celalî Bolu Beyi’ne karşı verdiği mücadele ile halk destanı haline gelen Yiğitbaşı Köroğlu

Sulh ve Salâh: Kuyucu Murat Paşa İş Başında

Gözü dönmüş Celali eşkıyasının ağır vergi zulmü altında inleyen Anadolu köylüsü, nihayet yakayı kurtarmak için köylerini ve şehirlerini terk edip sapa, dağlık mevkilere hicret etmeye başladılar. Bu hadise Anadolu tarihinde Büyük Kaçgunluk (1603-1606) olarak anılır. Öyle ki ırz ve namus dinlemeyen azgın bir hal almış Celaliler, ahaliyi ahırlara doldurup yakmakta, Anadolu’yu baştan başa harap etmekteydi. Osmanlı Devleti nihayet bu isyancıları hizaya getirecek Anadolu’ya sulh ve salahı getirecek kahramanı bünyesinden çıkarmayı başardı. Bu kahramanın ismi Kuyucu Murad Paşa idi. 80 yaşına merdiven dayamış bu koca çınar, sefer tuğlarını Üsküdar sahrasına diktiğinde, hedefi İran olarak duyurmuştu. Şüphesiz Canbulatoğlu-Kalenderoğlu gibi isyancıların İran ile ittifak etmesinden çekiniliyordu. Güneydoğu vilayetlerini kontrolü altına alan Canbulatoğlu, adeta bağımsız bir prens gibi hareket ediyor, Toskana ile elçilik heyeti bile ihdas ediyordu. İtalyanlar Canbulatoğlu’na tüfek ve top gibi ateşli silahlar vermeyi taahhüt etmişlerdi. Fakat müthiş bir deha olan Kuyucu Murat Paşa celalilerin kimini satın alarak kimini beylerbeyilik vaadi ile aldatarak fakat önemli bir kısmını kılıçtan geçirerek Anadolu’yu temizlemeyi başardı. Öldürdüğü celali eşkıyalarını kuyulara doldurduğu için lakabı Kuyucu Murat Paşa’ya çıktı.

Celalilerin Askeri ve İdarî Neticeleri

Celaliler reisleri kırılıp temizlense de, leventlerden teşekkül eden yüz binlere yaklaşan sekban askeri Anadolu’da bir realite olarak varlığını muhafaza etti. Osmanlı Hükumeti yer yer güç kazanan ayanlarla ittifak kurmakla yetindi. Sancakbeyi ve Beylerbeyi’nin otoritesini devre dışı bırakan Ayanlar, ahaliyi koruyucu kanatları altına alan güçlü timarli beyler, geçmiş yüzyılların aristokratları ve kadılardı. Timarlı sipahi rejimi çözülen merkezi devlet, bu şekilde taşradaki hakimiyetinden bir süreliğine vazgeçip, ayanlar sayesinde huzuru tesis etmiş oluyordu. Zamanla askeri ve mali imtiyazlar elde eden bu ayanlar, Osmanlı maliyesinde onulmaz delikler açmayı başlasa da Osmanlı Hükûmeti bu durumu -19’ncu yüzyılda Sultan II. Mahmud ayanları ortadan kaldırana kadar – kabullenmek zorunda kaldı.

Celali isyanları özellikle bir takım Yeniçerilerin Genç Sultan Osman’ı 1622’de katletmeleri üzerinden kendini Yeniçeri düşmanlığı üzerinden gösterdi. Erzurum’da ayaklanan Abaza Mehmet Paşa emrindeki sarıca/sekban askeri ile Anadolu’da rastgeldiği yüzlerce yeniçerileriyi katletti. Abaza, önce İstanbul’a davet edilip Rumelinde vilayetle teşrif edildi, sonra kellesi alındı. Celali isyanları 17’nci asrın sonlarına kadar ataklar halinde sürse de eski şiddetini kaybetti. Osmanlı hükûmeti zaman zaman İstanbul’daki Yeniçeri baskısından, taşradaki Sekban vasıtasıyla kurtulmayı da düşündü. Bunu ilk hayata geçirmeyi planlayan Genç Sultan Osman başarısız olmuştu. Hatice Tarhan Sultan, İstanbul’da gemi azıya alan yeniçerilere karşı Halep Valisi İbşir’i emrinde 20 bin sekban ile İstanbul’a davet ettiğinde İstanbul’da yer yerinden oynadı. Yeniçeriler bir baskında kendisini ortadan kaldıracağından korktukları İbşir’in başını ne yapıp yapıp almayı başardı.

İstanbul’u kana boyayan Yeniçeri isyanlarından biri sahne

Celali İsyanları’nın Şehirler ve İktisadî Hayat Üzerine Neticeleri

Osmanlılar timar düzenini ortadan kaldırmayı başarmışlardı, fakat yerine koymayı planladıkları sistem şüphesiz bu değildi. Celali isyanları Osmanlı iktisadi düzenini allak bullak edip 19’ncu yüzyıla kadar sürecek iktisadi zayıflığın en mühim sebeplerinden biri olarak tarihe geçti. Şüphesiz isyan hareketi arkasındaki organik unsurlar ile birlikte değerlendirildiğinde bunun iktisadi bir kriz neticesinde çıkmış içtimai-askeri bir buhran ve fitne olduğu görülür. Osmanlı devleti modern dünyanın evrildiği kapitalist nizamda, vazgeçilmez bir unsur olan işsiz ve parça başına üretim yapabilecek kitleleri şehirlerde istihdam edecek vaziyette değildi. Mevcut lonca sistemi çok sıkı kurallar ve geleneklerle tespit edilmişti. Öte yandan kaçınılmaz bir şekilde şehirlere hücum eden leventler esnaflaşarak Osmanlı lonca geleneğinde onulmaz yaralara da yol açtı.

Celali isyanları neticesinde köyler boşalırken beslenemeyen ve vebanın kasıp kavurduğu şehirler de bundan nasibini aldı. İngiliz Sefiri 1620’de merkeze yazdığı raporunda 1606 tarihinde 535 bin köyden 1619 tarihine gelince 53 bininin meskun kaldığını, geri kalanlarının boşaldığını kaydeder. 1640 senesinde hükûmetin hazırladığı bir raporda, Rum eyaletindeki Bozok ve Harput’ta geriye vergi ödeyen kırsal nüfustan, Celali öncesi tahrirlerdekinin ancak %30 kadarının kaldığını ortaya koyar. Karaman eyaletinde tahribat dağ köylerinde %30-50 arasında iken açık ovalarda %90 civarındaydı. Kalan nüfusun göçebe bir hal alıp hayvancılığa yönelmesi, vergi ödememek için kayıtlara girmekten kaçınmasının imparatorluğun mali buhranını daha da derinleştirdiğini de kaydedelim.

Son olarak Celali isyanları neden -Avrupa’da olduğu gibi- köylü hareketlerine dönüşmedi? Bunun cevabını arayan Suraiya Faroqhi, Anadolu’da her ne kadar bir kaçgun hareketi olsa da, umumi bir topraksızlık probleminin bulunmadığını, nihayet topraktan kopan halkın da göçebe-hayvancı olarak hayata tutunduğunu kaydediyor. Öte yandan 16.ncı yüzyıl sonlarında toprak mülkiyetinin tekelini elinde tutan bir toprak ağaları sınıf olmaması da isyanın köylü hareketine yol açmasının önünde bir engel olarak kaydedilir. Celali isyanları son dönem bazı müverrihlerce kendisine giydirilmek istenen milliyetçi ve ideolojik vasıflardan tamamen masun bir tarihsel antitedir. Nihayet bir cümlede hülasa edecek olursak “Celali İsyanları” memnuniyetsiz sancakbeyleri ve valilerin domine ettiği toprağını terk eden köylülerin, kanuna ve hükumete karşı yine köylü ve şehirli halkı terörize ettiği bir kaos devresidir.

Kaynak ve İlave Okuma

Şevket Pamuk, “Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914″

Ekrem Buğra Ekinci, “Osmanlı Hukuku”

Mustafa Akdağ, “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası”

İsmail Cem, “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”

Yazarın Bazı Yazıları

Cihan Devleti’nin Şifresi: Liyakat ve Adalet

Osmanlı’da Üniversite Yok Muydu?

Bizans Cephesinden Malazgirt Muharebesi

1 comment

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

Bizi Takip Et!